Yaşar Kurt büyük bir vizyona sahip bir müzisyendi. “Ne zaman geldin ruhum seni görmedi” diye başlayan şarkı çok uzun zaman önce yazılmış olsa da günümüze çok yakışıyor. Herkesin gözünün başkasının üzerinde olduğu günlük hayatımız, özellikle sosyal medya uygulamaları, ruhumuzdan akıyor. Çoğumuz ruhsuzuz. Bazılarımız geri dönüp çok uzun zaman önce öldükleri hayatları hatırlamayı çok ister. Karşı karşıya olduğumuz şeyin zorluğu ve tekrarı o kadar büyüktür ki, değişmez bir ruhla uğraşma meselesidir. Bir süre soğukta kalmak ve artık üşümemek, ortamın soğuk olmadığı anlamına gelmez. Uyuşukluk belirtisidir. Günümüzün ihtiyaç duyduğu ruh ölümdür. Left Kurt şarkısını böyle bitirdi. Öldüğünü sandım, ruhum. Biliyor musun, sanırım onlar sensiz yaşıyorlardı. Diyor ki: Bunu özledim. Bir şeyi kaçırmak farkındalık gerektirir. Neyi kaybettiğini fark etmeyen insanların onu kaçırma yeteneği var mı bilmiyorum.
Bu konuda Hintlileri örnek almak gerektiğini düşünüyorum. Kızılderililer bir yerden bir yere taşınırken bazen hiç ihtiyaç duymadan durur, atlarını bağlar ve orada kalıp beklerlerdi. Aç oldukları için değil. İhtiyaç duydukları için değil. Gece için değil. Çok hızlı gittiklerini hissettiklerinde, arkalarında bıraktıkları ruhlar onlara yetişebilsin diye bu istirahate çekilirlerdi. Hayatımızda, sürekli olarak bir amaçtan diğerine koşmayı öğrendiğimizden, Kızılderililerin bu bekleme durumu bunaltıcı görünebilir. Bildiğiniz gibi her yerde olmak ve “her masada olmak” günümüzün en büyük başarılarından biridir. Yapanlar son derece yetenekli ve çalışkandır. Her yerdeler ve çok popülerler. Ancak popülerlik aynı zamanda bir ruhsuzluk halidir. İnsan durmasını bilmeli.
Tehlikeli Oyunlar’da Oğuz Atay, “Düşünüyorum öyleyse varım” diyen Descartes ile adeta yüzleşir: “Yani yolda durmak mümkün değildi, böyle bir özgürlük yoktu. Sadece sürüklenme, çekilme özgürlüğü vardı. Kalabalığın yanından uzaklaştı. Duramazsam, düşünemiyorum, ‘Durmayı gerekli kılıyor. Dayanılmaz zorunlu sürüklenmenin yarattığı ruh halini durmadan nasıl silkeleyebilirim? Bilinçli olalım ya da olmayalım, ruhlarımız geride kaldı. Parçalara ayrılıyoruz çünkü akışta kalacağız.’ Bu ruh hali o kadar merak uyandırıyor ki, zaman zaman kendimizi sandığımız kişi ile olduğumuz kişi arasında tuhaf farklılıklar oluyor. Kendini adaletli ve merhametli sanan, hak etmeyene Paşabahçe’nin dükkânına giren, dünyasını terk eden bir fil gibi davranabilir. Bir yerde hak savunucusu başka bir yerde kanunsuz olabilir. Dayanışma birdenbire ancak kendileriyle, kendileri için, kendi iyiliği için dayanışmaya ayağa kalkabilir.Bir adalet partisi haline gelebilir Onun adına bir adaletsizlik örneğidir.Size söyleyeyim, bir hiçlik salgını var. Ruh. Özellikle bizim toplumumuzda.
Türkiye gibi siyasi ve ekonomik baskıların yoğun olduğu, endişelerin hayati önem taşıdığı bir toplumda hayat bir santrifüjde paramparça olmaya başladı. Akıl, ruh ve beden arasında korunması önerilen denge çöküyor. Perde düştü, her şey mahvoldu. Türkiye durup o günü beklerse, ruhu on yıl sonra da ona yetişemez. Ne yırtık, ne dağınıklık. Bazen insanlar sessizce siper alırlar. Birine sarılın ve bekleyin. Burada her zaman orada olan ama pek fazla göremeyen insanlardan bahsetmek istiyorum. yazarlardan. Çünkü bir yazarın topluma belki de en büyük katkısı, insanlara molalar vermek ve onları ruhlarıyla buluşturmaktır. Bu açıdan bakıldığında, yazarların okuyucularla buluştuğu satırlar, Hintlilerin nefes aldığı yerlerdir.
Yazar çoğu zaman hayatın içinde dağılmış, ruhları geride kalmış insanları suskunluğundan ürettikleriyle buluşturma çabasından hiçbir şey elde etmez. Soyulabilir, yaptığı bir şeydir. Beklentisiz vermenin çoğu zaman manevi bir karşılığı yoktur. Yazarın çok iyi bildiği bu cehalet, içerleme ve kopukluk yaratır ama bir yol bulur ve devam eder. Ancak bu, bir kişinin çalışmasının görülmediği veya takdir edilmediği yerdir.
Bu noktayı yazar Ingeborg Bachmann’ın “faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar” dediği yer olarak belirlemek önemlidir. Çünkü popülerlik ve gücün el ele gittiği günümüzde bu noktada yazan kişi herkesle bu noktada buluşuyor. Kendi beklenti eksikliğiyle karşı karşıya kaldığında, diğer kişinin, bir süreliğine bile olsa, daha iyi bir insan olma açısını alabileceğine dair bir inancı vardır. Ancak giderek ruhsuzlaşan bir toplumda herkes her an bu iki şahsiyetin dengesinin baskıcı tarafına dönebilir.
Bir satırda nefes alıp ruhunuzla tanışmak istiyorsanız yazarlarınızı rahatsız etmeyin. Çünkü daha önce hiç bilmediğin bir hayatın sessizliğinden kelimeler çıkararak yaşıyorlar. Bir süre durup biraz düşünüp ruhunuzu bekleyebilmeniz için size ruhunuzdan bir mola verir. Tüm emekler gibi bu emeği görmemek acıdır.
Sabah Al-Din Ali, “herkese içindeki iyilik gibi iyi bir yaşam” diler. Katılmamak mümkün değil. Ama eklenmesi gerekir. Herkese vicdanlarının izin verdiği ölçüde barış dilemek gerekir. Bazen, ne yazık ki, bu yazarın görevidir.
Diğer gönderilerimize göz at
[wpcin-random-posts]
İlk Yorumu Siz Yapın